вторник, 8 апреля 2014 г.

Hatko Vural POLİTİK KUMANYA

Günlük yaşantımızda karşılaştığımız siyaset uygulamalarında her zaman böyle olmasa da yine de geçerli bir varsayımdır; çoğulcu yaklaşım içerisinde yer alan devlet analizlerine bakıldığında ‘’içkin’’ yani bilinç katında olan (mündemiç-immanent) olan fikir, yönetimin kitlenin (halk) çıkarına hizmet etme niyetinde olduğudur. Modern devlet teorisi ‘’ortak iyi ‘’ şeklinde izah olunan temelin üzerine kuruludur. Batılı demokrasiler için ortak iyinin arandığı çoğulcu siyaset teorisi, vazgeçilemez resmi bir ideoloji gibidir. Çoğulcu siyasetin ilk şartı da elbette ülkeye sivil iktidarların hükmetmesidir. Yani seçilmiş hükümetler, siyasi vizyonları doğrultusunda politika üretirken, mevcut devlet kurumları o politikaların gereklerini icra etmek zorundadır.
Devlet kurumları kendi başlarına politika üretmez ve uygulayamazlar. Devlet bürokrasi kademelerinin, hükümet politikalarına itiraz hakları elbette vardır, fakat bu itirazlar meşru sınırlar içerisinde ve bürokrasi kademeleri arasında yapılır, alenen ya da medya aracılığıyla yapılmaz. Aksi tüm durumlarda derin bir ciddiyetsizlik söz konusudur ki, ciddiyetsizlik kansızlık gibidir, ciddiyetin varlığından çok yokluğu ıstırap verir.
ABD’de sıradan bir vatandaş ülkenin yönetim şeklinin, birbirine rakip guruplarının ve genel olarak halkın, kamu politikasını belirledikleri, çoğulcu demokrasi olduğunu düşünür. Devlet kamuyu ilgilendiren tartışmaların yürütüldüğü tarafsız bir alan olarak görülür. Seçilmiş temsilciler ve atanmış bürokratlar kamunun taleplerini bir yandan yönlendirirken diğer yandan dile getirirler. Ve her ne kadar devlet bürokrasisi kendi başına bir mevcudiyete sahip olsa bile, genel kanı, yönetimin kararları üzerindeki nihai gücün seçimler vasıtasıyla halkın kendisinde olduğudur.
Aristocular’a göre, ülkeler daima aynı hükümet modellerini tekrarlarlar. Yeni bir hükümet şekli icat edilemez. Buna göre; hükümet şekillerinden ilki en tabii olanı monarşidir. Monarşi krallığı doğurur. Krallığın bozulması ile istibdat (despotisme), onun sona ermesi ile aristokrasi sahneye çıkar. Aristokrasi de genellikle bozularak oligarşiye (çeteleşmeye) dönüşür. Halklar yöneticilerinin adaletsizliklerine son verince, demokrasi kurulur. Demokrasinin yozlaşması ise ‘’oklokrasi’’ yi açığa çıkartır.

Peki, bütün bunlar nasıl olur? Kendiliğinden mi? Yoksa zora dayalı olarak mı? Cemil Meriç, Avrupa da devletlerin siyasal sistemlerinde ve halkların sosyo-ekonomik durumlarındaki ani ve sert değişimler için kullanılan iki anahtar kelime tespit ediyor; Revolution ve Reform. Türkçedeki karşılıkları; İhtilal ve İnkılâp. Osmanlıdan günümüze Türkiye aydınları sırasıyla, ıslahatçı, ihtilalci, inkılâpçı oldu, 27 Mayıs askeri darbesinden bu yana da devrimci yanlarda saf tutmakta. Devrimi sözlükler ihtilal ile inkılâp arasında bir yere oturtur. Dozaj bazen ondan bazen bundan yana daha ağır basar.

Cemil Meriç, her iyi Türkçe bilen insan gibi devrim kelimesine karşı umursamaz, küçümseyici, üstten bakan bir tavır takınır. Zira devrim ve devrimci kelimeleri, kendi varlıkları dâhil hiçbir şey açıklamaya güç yetiremez. Aksi gibi sözlük tanımlarında muadil olarak bir arada değerlendirilen ‘’ihtilal’’ kelimesinin ana vurgusu olan zora dayalı yıkımların sorumluluğunu da üstlenemez, korkar. Kelime güçsüzdür, acizdir,  çünkü gerçek kelimelerin manasında içrek bir ruh hali vardır, devrimci gibi türetilmiş, uyduruk sözcükler bu kuvvetten yoksundur. Devireceksiniz ya; Neyi? Kimi? Neden? Nasıl? Cevapsız sorular. Halkın oylarıyla seçilmiş sivil iktidara darbe teşebbüsünün uzantısı olmaktan başka türlü izahı var mıdır?

Herkes biliyor.  Türkiye cumhuriyeti devleti neredeyse son bir yıldır, oklokrasi temdidi ile çevrilmiş vaziyette. Kedilerine türlü isimler takan, ama en çok da devirmek istedikleri adamın kendilerine yakıştırdığı sıfatı beğenen genç devrimcilerin asıl amacı, seçilmiş hükümetin ülkeyi yönetmesini engellemek, diğer bir deyişle ülkeyi yönetilemez hale getirmek. Ortak aklı, ortak iyiyi ortadan kaldırmak, onun yerine kendi çıkarlarının doğrularını, özgürlük, çağdaşlık gibi afişe olmuş kimi aşüfte kelimeler eşliğinde ikame etmeye çalışmak. Yani aslında yapılan bir ayaklanma teşebbüsünden ibaret. Daha yalın tabiri oklokrasi; azgın azınlıkların, ayaklandırılmış kalabalıkların, ayak takımlarının hükümetlere istediğini yaptırabilmesi hali.  Ya da azdırılmış azınlıklar üzerinden ülkesel ya da küresel zinde güçlerin seçilmiş hükümetler ile ekonomik-politik pazarlıklara girişmesi hali.
Türkiye de geçen yılın mayıs ayından beri süre giden olayları devrimcilik olarak niteleyen biti kanlanmış eski tüfekler olsa da ayaklanmayı (insurection) ihtilalden (revolution)’dan ayıran özellikler bellidir. a) devlet üzerinde denetim kurma yönünde birbirine rakip iddiaları olan tarafların ya da böyle iddiaları olan ittifakların ortaya çıkması. b) yurttaşların genele yakın önemli bir bölümünün bu talepleri benimseyip üstlenmesi. c) yöneticilerin alternatif ittifakı veya öne sürdüğü taleplerin benimsenmesini durdurma yönünde isteksiz ya da gönülsüz veya güçsüz olması.  Birde en önemlisi bütün ihtilaller zora dayanarak yapılır. Çünkü hiçbir ülkenin siyasi ve sosyal-ekonomik hayatında ani değişiklikler kendiliğinden vücuda gelmez. Oklokrasilerde zor kullanmanın derecesi bellidir.
Devletin güvenlik kuvvetleriyle ölümcül çatışmalara girilmez, devlet kurumları bilfiil işgal edilmez. Devletin tam ve kesin bir müdahalesinden özenle kaçınılır. Çünkü eğer çok fazla ileri gidilirse, bir daha ki sefere cesaretler tükenebilir. Amaç devleti işlevsiz kılabilmek, felce uğratmak, boyun eğdirebilmek, zafiyeti tüm açıklığı ile ortaya serebilmek, istediğini yaptırabilmektir. Bu bağlamda Türkiye’ye Mayıs 2013 den beridir yaşatılan olaylar ne ihtilal, ne inkılâp, ne de ayaklanma teşebbüsüdür. Tamamen planlı ve organize bir oklokrasi hareketidir.

Türkiye cumhuriyeti 1923 sınırları ile bürokratik tandanslı, elitist, hiyerarşik bir yönetime ve homojen fakat birbirini pek sevmeyen bir insan varlığına kavuştu. Balkan savaşları (1912–13), nüfus mübadelesi (1923–24 /ek 1930) ve paralel giden bir dizi devlet eylemleri ile mesela 6–7 Eylül 1955 olayları gibi Ananadolu’da türdeş bir nüfus yaratıldı.  Bu nüfus hareketliği eskinin hetorejen nüfus yapısını değiştirmesi bir yana, toplumsalın kurulmasında etkin olan, etnik halkların, dinsel mezheplerin veya buna benzer organik unsurların devlet nezdinde ki özerkliği de budanarak homojenize edilmeye çalışılmıştı. Tek örgütlü güç devlet olmalıydı diğer organizmalar dağıtılarak yeniden biçimlendirilmeliydi. Devlet bir baba veya öğretmen olmalı, halklar ve kimlikler ise yeni devletin ihtiyaçlarına göre şekil alacak öğrenciler ya da potansiyel kaynaklardı. Oysa İslami bakış açısı, halkların veya diğer türden İslami olmayan unsurların örgütlenme ve dinlerini yaşamada ya da diğer sosyal durumlarını düzenlemeleri yönündeki haklarına bir kısıtlama getirmez.

Çelişki de burada başlıyor esasında. Türkiye’nin endişeli modernleri olan genç devrimcilerin savundukları düzen, etnik, dini, mezhepsel ve diğer organik hüviyetlerin varlığını bozan, varlıklarını inkâr eden, çoğu kez görmezden gelen veyahut ta onları anonimleştiren, devletin hizmetine amade kılarak can deposu olarak kullanırken, iktidar da olan muhafazakâr kesim ülkeyi özgürleştiriyordu. Düşünceye bile yasak getirebilmiş bir yönetim anlayışını hangi insan hakkına sığınarak savunulur anlaşılabilmiş değildir. Kaldı ki kendini muhafazakâr addeden hükümet bile aslında yapıp ettikleri ile muhafazakâr sıfatından çok liberal sıfatını hak ediyor. Muhafazakâr olmak zordur, en nihayetinde neyi muhafaza ettiğinizi iyi bilmeniz lazım. İktidarın muktedir olduğu müddet zarfında vesayet rejimini yıkan, statükoyu bozan, meşru girişimleri muhafazakârlıkla açıklanamaz. Belki muhafazakârın yukarıdaki İslami bakış açısına uygun bir tanımı ile ancak kısmen sahiplenilebilir.

Cumhuriyet yönetimi, eski yönetimlerin toplumsalı kurulduğu şer’i hukuku ve halkların kendi aralarındaki ananevi hukuku yıktı geçti. Yerinde toplumsalı yeniden inşa edecek hukuku inşa etmek bir yana herkesin kanun önünde eşit addedildiği halk yığınlarını, idarenin keyfiyetine mahkûm etti. Cumhuriyet halkın kendi kendini yönetimi olmadı, belli bir cemiyetin (klik) toplumu yönetmesinin adı oldu. Zaten cumhur halk demek değil, cemiyet demekti, bizim idrakimizdeki yönetim şeklinin adı cumhuriyet değil cemahiriyedir. Hal böyle olunca Anadolu halkları hukuksuzluğun kurbanı oldular. Birbirlerine karşı olan güvensizlikleri derinleşti. Hepsi birden devlete sarıldılar. Devlet olmaya devletle olmaya özendiler. Devlet bürokrasisi de bu biat’i seve seve kabul etti. İnsanın varlık sancısını dillendiren sanat, kültür erbabı kimseler ve düşünce adamları camiası aynı zamanda ülkenin havasını da demokratikleştirerek solunabilir hale getirenlerdir. Ne yazık ki nadiren bizde böyle hallere tesadüf ediliyor. Sanat, kültür camiası kendi var oluşunun peşinde, düşünce adamları ise milleti etiketlemenin derdinde ve hemen her zaman ideolojik derin devlet bakışının emrinde. Oysa fikir insanı, halk için düşünmeli yazmalı ama ona karşı da bağımsızlığını korumasını bilmeli. Zaten demokrasi de yaşanan bir durum hali, kişiselden çok, ülkesel, toplumsal bir olay.

Türkiye’de devlet cennetteki yasak elma misali. Onu yiyen hayata karşı beka kabiliyeti kazanacağını sanırken cennetten kovuluyor. Yemek istemeyip uzak duran da yok. İnsanlar da toplumlar da güç istenci ile yanıp tutuşuyor. Devleti yasak meyve olarak dizayn eden ise sistemin kendisi. Başka türlü ayakta kalamazdı zaten. Türkiye de devletin hatasız, kutsal vesaire kabul edilmesi bu tür bir içsel tavırlar bütününden geliyor. Herkesin daha doğrusu kolektif hafızaların tümünde ‘bir gün bizde onun ağacına tırmanıyor olabiliriz’ şeklinde bir inanış hâkim. Çerkes gençleri az biraz kıpırdanınca, yanlarına gelen bir ekâbir nutuk çekerdi; daha ne istiyorsunuz bakın devlet biziz veya devleti biz kurduk kime bırakalım? Misali avutucu göndermeler.

Türkiye, askeri vesayet altındaki ideokrasi rejiminden (ideolojik bürokrasi) demokrasiye doğru kansız, az sancılı bir geçiş yaparken, daha doğrusu yeni anayasasını ha yaptı ha yapacak derken, oklokrasiye takılı kaldı. Demokrasi ülkede tam yaşanmadan bozuldu. Daha düne kadar düşünce suçları gibi saçma sapan konular ile baskılanan halkın, demokratikleşme yünündeki sade adımları bile hazmetmesi perde gerisindeki güçlerce engellendi. Asıl kavga nedeninden birisi ideokrasinin bugüne değin devletin personel kotalarındaki ve popülist rant dağıtımının yeniden düzenlenmesinin yarattığı hoşnutsuzluktur. Basında sıkça savaşını gördüğümüz Yandaş-Candaş-Yoldaş etiketlemelerinde kendini gösterir bu olgu. Adına devletçilik denen ve yerel komprador burjuvazi ile bürokrasi kotaları arasında bir çeşit back-ground’u da bulunan rant, önceden sadece belli bir kesime doğru akıyor, önemli koltuklara sadece sistemin onay verdiği imtiyazlılar oturabiliyordu. Bunun için devletçi, milliyetçi, laik ve Kemalist olmak yeterliydi. Yeni iktidar bu vasıfların hiç birini taşımıyordu. Dolayısıyla meydanlarda özgürlük diye bağıran kalabalıkların, tek ve mutlak bir özgürlüğün olmadığını gayet iyi bildikleri ama demokrasilerde çeşitli özgürlüklerin var olduğunu, bunlardan hangisinin idare tarafından illegal olarak kısıtlandığını söylemeleri gerekir. İşlerin bu minvale kaymasında Türkiye’de ki muhalefetin pespaye ve kalitesizliğini de katma değer olarak eklemek gerekir.

İş budur ki herkesin sahibi olmak istediği şey yüzünden kimse bu topraklarda mutlu olamadı. Oysa devletin sahibi olmak istemeyi, ele geçirmeye çalışmayı, reddetmeyi bilseler, halkın belirleyici olan demokratik seçimine saygı duyabilseler, hükümetlerin izlediği politikalara karşı sloganlaşmış pilot kelimeler dışında içi dolu dolu muhalefet etmeyi becerebilecek kapasiteye ulaşabilseler herkes için, hepimiz için yarınlar daha güzel ve güvenli olacak demektir. Mamafih, bu kritik yıl atlatılabilirse Türkiye halkları kaynaşma içinde yeni bir kimlik yaratma aşamasında çok önemli mesafeler alacaktır. Fakat kritik eşiği atlayamaması için devleti ele geçirmeye azmetmiş her aday, her kesim canhıraş çalışıyor, iktidar ısrarla sandık ve milli irade vurgusu yaparken, ortaya dökülen kirli çamaşırlarını toplayamıyor.

Aslında doğru olan vurguları, hamasete kaçıyor. Tıpkı muhalefetin izinsiz yapılan telefon dinleme kayıtları, gizli çekim videokasetler, vesaiere hamasetine bulandığı gibi. Dünyanın neresine giderseniz gidin, sahibi ortalarda olmayan bir iddia ancak komplo teorisi olarak kalır ve öyle anılır. Hiçbir mahkeme de bu yüzden zanlı addedilenlere ceza veremez, zira kanunsuz suç olamayacağı gibi kanunsuz delil de olamaz, elde edilemez. Dolayısıyla muhalefetin de aklını başına alması lazımdır, hukuksuzluğa prim vermemelidir, verdiği andan itibaren suçladığı kimselerin saffına düşerek meşruiyet kazandırır ya da onların önündeki engelleri yıkmış olur. Daha kötüsü kanunsuzluk yayıldığında ülkeler daha fazla bataklığa itilerek yaşanamaz hale gelir.

Türkiye’ tek tutarlı siyaset çalışması, her ne kadar yerel boyutta kalsa, tüm ülkeye hitap etmese bile, temsiline soyunduğu kitleye politik bilinç, statü ve kimlik kazandırdığı için Kürt siyasetinden geliyor. Diğerleri için aynı şeyi söylemek mümkün gözükmüyor. Ülkesel aktörlerin politik kumanyası hamakat ile hamaset arasında sarkaç gibi gidip geliyor.

Küresel jeopolitik boyutta Türkiye, Ortadoğu da ki etkinliğini bir yıl içerisinde kaybetme noktasına geldi ki, bu Türkiye’nin neden iç karışıklığa sevk edildiğinin de bir göstergesi. Obama iktidara geldiğinde, ilk dış ziyaretlerini 2009 da Mısır ve Türkiye’ye yaptı. Kadim batı değerlerinin bölgeye taşınacağını, barışçıl transferler yöntemleri ile bunun yapılabileceğini yani ABD’nin yumuşak gücünü kullanacağının sinyalini peşinen verdi.

Ardından 2010 da Arap Baharı adı verilen ihtilaller zincirlemesi patlak verdi. Obama 2008–2012 yılları arasındaki iktidarı boyunca İsrail’e hiç gitmedi. Ve İsrail’e dönerek, ABD’nin artık daha fazla İsrail’i sırtında taşıyamayacağını, bunun maliyetini kaldıramayacağını, Arap-İsrail barışının sağlanması için İsrail’in de fedakârlık yapması gerektiğini duyurdu. Çünkü Obama Ortadoğu’dan çıkmak, denizlere egemen bir dünya hâkimiyeti stratejisi olan ABD’nin rotasını okyanuslara çevirmek ve yüzünü Çin’e dönmek istiyordu. Ortadoğu da daha fazla oyalanması geleceğin intiharı demekti.

Obama’nın bu keskin tavırlarını İsrail devleti ve uzantısı neocon lobileri unutmayacaklardı. Nitekim İsrail’in güvenliğinin birinci tez olduğu amerikan Ortadoğu bakışında, İsrail dostu Mısır da ki rejimin yıkılması, Suriye de ki rejimin değişme olasılığı ve Türkiye’nin İsrail ile münakaşalı sürtüşmesi ve giderek İsrail karşıtı kampta yer alması İsrail in güvenliğini ölümcül derecede tehlikeye attı. Obama’nın yapmak istediği bir dizi sosyal reform ve devletin ekonomi yönetiminde atmak istediği adımları engelleyen lobiler, onun Ortadoğu politikasında kendi başlarına değişikliklere gittiler, bu bir nevi restorasyon süreci oldu. Mısır da İsrail dostu askeri darbe yapıldı, Suriye de Esadların canlı rejiminin yıkılması önlendi ve Türkiye de bir dizi iç ayaklanma senaryosu ile iktidar devrilmeye çalışıldı. O olmayınca iktidarın muktedirliği sınırlandırıldı. Kafasını kaldırıp da Ortadoğuya bakması engellendi. Son birkaç yılda ABD ile Ortadoğu konusunda politikaları uyuşmayan Türkiye reel olarak pasifize edildi.

Türkiye’nin bu duruma düşürülmesinin bir nedeni de, sözde ABD düşmanı, halkçı, antiemperyalist, sosyalist, geçinen gruplar, hangisine inanalım? Suriye örneğinde olduğu gibi, İsrail dostu, katliamcı Esad a sonsuz biat eden, destek çıkan Türk sol-sosyalistlerin hangi sözüne kulak verelim? Kendi halkına devletin gelişkin askeri gücü ile katliam uygulayan, koca şehirleri Rusların Grozny de yaptığına benzer şekilde blok blok bombardımanla yıkan cani bir rejim ancak sosyalizm de vücut bulabilirdi. Bu anlamda Sovyetlerin eline de kimse su dökemez hatırlatalım. İşin özeti şu kadar; bir solcu-sosyalist için, ayaklanma eğer sosyalist içerikli değilse ya emperyalist batının teşviki söz konusudur ya da İslamcı fundamentalizm hortlamıştır, başka türlüsü olamaz. O halde zaten vicdanı olmayan solcu için katillerin yanında saffa dizilmenin herhangi bir rahatsız edici yanı da yoktur. Yeter ki İslam iktidar olmasın, 27 Mayıs darbesinin katıksız destekçisi Türk solu, o tarihten beridir askeri darbelerin ve ideokrasi vesayetinin olumlayıcısıdır.  Askeri vesayet, jüritokrasi, ideokrasi, hatta elitizm ve benzerleri sol-sosyalist eğilim için, siyasal İslam karşısında ehveni şer.

Neticede İsrail taraftarları ve anti-Obama yanlıları, başkan Obama’ya tükürdüğünü yalattılar, sıra Türkiye’ye gelmişti, çok uğraştılar ama yıkamadılar, en azından şimdilik skor berabere. Türkiye’nin bölgeye stratejik bakış geliştirmesini ve müdahil olmasını istemeyen uluslar arası lobiler en son kozlarını oynadılar yani ‘’Truva Atı’’ hilesine başvurarak, iktidarın bir bileşeni olduğu anlaşılan güruhun iplerini çekiştiriyorlar. Şimdiye kadar irili ufaklı hiçbir otoriteye baş kaldırmayan ‘’Truva Atı’’ ise bu günlere dünden razıymış gibi birden gemi azıya alıverip şahlandı, sadece kalenin kapısını değil, duvarları dahi yıkmaya çalışıyor. Bu süreçte Türkiye devleti ilk defa çatırdadı, büyük zafiyetler ortaya çıktı. Güvenlik ve yargı erkleri parçalandı, kurumların uzantıları cepheleşti. Sivil otoritenin en büyük dayanağı olan polis teşkilatı ve yargıda ciddi hizipleşmeler ortaya döküldü. Türkiye karşıtı lobiler bu müthiş becerikli Truva atı kozunu neden daha önce kullanmadılar meçhul! İktidarın halk nezdinde itibarını sarsmak için neden bu kadar beklendi? Demek ki hesapları henüz kapanmadı, almak ya da vermek üzere geldikleri ülkede istedikleri daha başka şeyler de var.

*****

Ğomıla; oldum olası Çerkeslerin ezeli çoğunluğu kendilerini erdemli, güçlü, zengin vesaire sanıyor, maalesef sadece perestişkârlar. Bu anlamda azıkları da sadece baretslerindeki ğomılalar kadar iş görüyor. Birkaç gün süresince zımni bir tokluk hissi veriyor, peki ya sonra? Atı kapanın çoktan Üsküdar ‘a geçtiği gerçek dünyada bizim halimiz nice olacak? ‘’Sapere Aude- Bilmeye cüret et ‘’demiş Kant .

Çerkeslerin temel sorunu, kimlik-temsiliyet-aidiyet derlemesinin şeytan üçgeninde çevrilip duran ‘’angoisse’’den muzdarip kala kalmak. Diğer türlüsü, bir boğulma hali, sebepsiz nedeni bilinmeyen korkular, kendine yetersizlik hissi ve benzeri. Çerkesler büyük bir çocuk gibi, kendi sorumluluğunu taşımaktan çekinenlerin tarihi dondurması hatta bitse de gitsek artık gibi bir halleri var. Bu anlamda ‘’biyofilia’’ (yaşama bağlılık) en alt sınırda. Halkta sorumluk duyan ve toplumsalın sorumluluğunu yüklenmek isteyen çok az kişi var. Oysa tereddüt eden en uzun yolu seçer. Yolu uzatanlar da saadete eremiyor; önünde sonunda yoldan çıkıp kayboluyorlar, bir nevi toplumsal ötenazi.

Taraf tutmayan insan ise kişiliği felce uğrayan insan demektir. Nesillerimize geçmiş ya da gelecek hakkında bir şey öğretmedik ki, Araf’ta kalsınlar, tarafsız olsunlar diye. Sonunda kendi kendimizin kurdu (homo homini lupus) olup çıktık. Oysa insan boş yere acı çekmez demiş şair; ya geçmişten gelen bir fazlalık vardır omuzlarında, ya da geleceğe dair bir eksikliği. Duyumsamadık mı ki eksikliklerimizi, vatansız kalışımızı? Ya geleceğe dair düşüncelerimiz hiç yok mu?

Eskiler kendini yenileme derdinde değil, küflü bilgilerin ya da bir takım söylencelerin gelgitinde mutlular. Yeni bir şeyler duymak çok fena ürkütüyor onları. Aynı eksantrikte döneleyip duruyorlar ve bu faaliyete Çerkeslik adını veriyorlar. Hoca Nasrettin’in ye kürküm ye misali, perde arkası güçler fake marka adamlar yaratıp yalan yanlış tüm saçmalıkları sanki gerçekler bunlarmış gibi onlara söyletip, halkın zihniyetine boca ediyorlar. Çöplüğe döndürdüler dimağlarımızı. Yıl 2014 olmuş hala Çerkes kime denir? Veya kimler Çerkestir? Çerkes bayrağı kaç yıldızlı, yıldızların bir sahibi var mı? Çerkesler nereden geldi? Çerkesya’dan mı? Yoksa Kafkasya’dan mı? Sürgün mü? Göçmen mi? Politik kumanyaları bunlar. Yani cevapları zaten hayatın akışında yüzyıl önce verilmiş bayat sorular.

Ama statükonun müseccel markalı gayretkeşleri tarafından Çerkesleri kontrol altında tutmak için bunlar gerekliydi. Çünkü Çerkesler hakkında konuşup da yaptığı yanlışların, söylediği yalanların hesabını veren yok, işin kötüsü hesap isteyen de yok.  Her şey adeta politik gülistan, dün çalakalem birbirine girenler, bugün kucak kucağa kuzu sarması! Kimse bir önceki durumun muhasebesini yapmıyor! Karşı karşıya gelmekten de, saffını belli etmekten de, tarafgir olmaktan da, hatta maalesef fikrini savunmaktan da imtina ediyor, omurgasız, tumturaklı, kaçamak haller. Herkesler ile dost olmak gibi bir lüzumsuzluk hali, fazlaca toplumsal kaygıları olmayan Afrika vahşilerinde bile yok. ‘’Erkek olup kalpak giymemekle, dünya da düşmansız yaşamak bir’’ demiş Çerkes atasözü.

Lider olmayan halkların veya örgütleri bitirmenin yolu davayı askıya almaktır. SSCB’nin dağılmasının ardından olası yurtsever canlanma hareketlerine karşın Çerkeslere uygulanan politik yaptırımların tanımı budur. Gerek kimlik, gerek aidiyetler, gerekse temsiliyet konularında netleşmeye izin vermeyen her statükocu tavır, neyin ardına sığınırsa sığınsın, hangi popüler kelimeleri paravan olarak kullanırsa kullansın gerici ve Çerkes halkına ihanet içerisinde bulacaktır kendisini.

Geri kalmışlığımızın nedenleri arasında, hukukçularımızın toplumsal konulara eğilmemeleri, ihtiyaçlarımızı formüle etmemeleri, tarihçilerimizin olmayışı, olanların gerçeği bozarak algılatanlara karşı bir şavaşım vermemeleri, gerçeği hep başkalarının izin verdiği ölçüde tanıyabilmemiz ve bilgi sağlayıcı enstrümanlara çok geç sahip olmamız, bilginin yerine ikame edilen psikolojik ketler, tavırlar ile sürekli kontrol altında tutulmuş olmamız başlıca etkendir.  
Yirmi birinci yüzyıl ana hatları ile kuruldu ve bu treni biz Çerkesler kaçırdık. Yirminci yüzyılı sonlandıran derin sarsıntılarda, çağa hükmeden kelimelerin savaşımında ve kırılma noktalarının hiç birinde biz yokuz.  Gerek diaspora içinde ve gerekse anavatanda kimliksizlik, temsiliyetsizlik ve aidiyetsizlik üzerine kurgulanan sorunlu siyasal yapımız, her şey ile özdeşleştirilen sosyal dokumuz ile iflas bayrağını göndere çektik. Artık küresel her güç bloğu kendi sütunu üzerinde yükselmeye çalışacak. Dünya politikasında çalkantıların durulması beklenmelidir. Bizde tercihlerimizi daha fazla gecikmeksizin yapmak zorundayız. Yani artık kendi kimliğimizle bir şey olmak zorundayız.

Türkiye siyasetinin içi boşluğu, çürümüşlüğü, bilgiden muaf kofluğu, serbest toplumsal ortamlarda yetiştiği için sosyal zekâsı daha gelişkin ve girişken Çerkes bireyi için bir alan olabilir, özellikle batı bölgeleri insanı için. Diaspora kendi insanlarını hızlı ve kalitatif bir şekilde yetiştirmek zorundadır. Adına ne derseniz deyin, kültür-medeniyet-milli değerler kalabalıkların şuursuzca bir araya yığılması ile değil, akıllı-eğitimli ve ortak iyiyi temsil yeteneği olan yetiştirilmiş marka bireyler ile yaşatılıyor.

21 Mayıs yaklaşıyor ve birlik-beraberlik söylemleri her kanaldan yine afişe çekiliyor. Çerkeslik pamuk ipliği, sloganlar, nutuklar değil, olaylar karşısındaki takınılan net tavırlar, duruşlar siyaseti kristalize eden ve bir anlam kazandıran etkenler. ‘’Samimiyetin azığı gerçeklerdir’’ demiş Çerkes atasözü. Samimiyet bilgi- bilmek ve bilgilendirmekle başlar. Toplumsal için ortak iyi, kelimenin tüm anlamlarıyla ÇERKESYA’dır. Tersi kendimizi kandırmaktan bir adım öteye gidememek demektir. Çerkesya savunulmayacaksa bence birlik olmanın bir anlamı da gereği de yoktur. Bu zamana kadar kasten yayılan yanlış kimlik tanılarını, anonimleştirilen sürgün kavramını yeniden üretip yayarak, Çerkes aklını tekrar zehirlemeye ortak olmanın gereği de yoktur.

İyi niyetler politika yapmak değildir. Zira hüsnü zan karın doyurmuyor. Kötü sonuçlarla biten iyi niyetlere de hak verilemez. Bugüne kadar Çerkesler hep kötü sonuçlar doğuran, iyi niyetlerine yenildiler.

24 Mart 2014, İstanbul

Комментариев нет:

Отправить комментарий